Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, TRT Haber’de yayınlanan 3 Gün programında gündeme ilişkin önemli açıklamalarda bulundu.
Gazeteci Mustafa Kartoğlu ve Yıldıray Oğur’un sorularını yanıtlayan Diyanet İşleri Başkanı Görmez, Diyanet İşleri Başkanlığının doğrudan Başbakanlığa bağlanmasından, İslam dünyasında yaşanan gelişmelere, IŞİD meselesinden mezhepler çatışmasına, cemaatler meselesinden cemevi konusuna, Ruhban okulundan Ayasofya’ya kadar, kamuoyunun merak ettiği pek çok konu hakkında açıklamalarda bulundu.
TRT Haber’de canlı olarak yayınlanan programda konuşan Başkan Görmez, öncelikle İstanbul’da meydana gelen asansör kazasında hayatını yitiren on işçi için Allah’tan rahmet dileyerek “Geçen hafta iş kazasında hayatını kaybeden on işçimize Allah’tan rahmet diliyorum. Yakınlarına başsağlığı diliyorum. Bir tek canın bütün gökdelenlerden çok daha kıymetli olduğu bilincinin, topluma daha fazla yerleşmesini ve iş güvenliği konusunda her türlü hassasiyetin oluşmasını temenni ediyorum.” dedi.
Diyanet İşleri Başkanlığının doğrudan Başbakanlığa bağlanmasının toplumda memnuniyetle karşılandığını ifade eden Başkan Görmez’in açıklamalarından önemli satır başları şöyle;
“DİYANET’İN BAŞBAKANLIĞA BAĞLANMASI YADIRGANACAK BİR DURUM DEĞİLDİR…”
Diyanet İşleri Başkanlığı, yeni hükumette doğrudan Başbakanlığa bağlandı. Aslında Diyanet’in tarihine, toplumsal itibarına, uluslararası itibarına baktığımız zaman, bu çok yadırganacak bir durum değildir. Çok köklü bir değişiklik de değildir. Fakat sembolik değeri olan, bürokratik mekanizmanın dışında, Sayın Başbakan’ın, Hükûmetin, Sayın Cumhurbaşkanı’nın Diyanet İşleri Başkanlığına verdiği değeri, teveccühü göstermesi bakımından önemlidir. Yeni durum, Türkiye’de halk nezdinde de büyük bir memnuniyetle karşılandı. Sadece yurt içinde değil, yurt dışında da pek çok insan bu konudaki memnuniyetini ifade etti.
“DİYANET’İN TOPLUM NEZDİNDEKİ İTİBARI, DEVLET İÇİNDEKİ İTİBARINDAN DAİMA ÇOK DAHA ÖNDE OLMUŞTUR…”
Doğrusu Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tarihine baktığımız zaman, Diyanet’in toplum nezdindeki itibarı, devlet içindeki itibarından daima çok daha önde olmuştur. Bu, Diyanet’in tarihi boyunca böyledir. Son yıllarda buna bir de uluslararası itibar eklendi. Bugün sadece Türkiye’de değil, gönül coğrafyamızda, Balkanlar’da, Türk Cumhuriyetleri’nde, İslam dünyasının daha pek çok ülke ve bölgesinde, Afrika’da, Batı’da, Avrupa’da, dünyanın her tarafında bilinen, değer verilen, görüşleri, açıklamaları gerçekten dikkatle izlenen bir Diyanet İşleri Başkanlığı var.
“DARBE DÖNEMLERİNDE DİYANET ÜZERİNDEN DİNE VE TOPLUMA ŞEKİL VERME ÇABALARI, DİYANET’İ HEP ZOR DURUMDA BIRAKMIŞTIR…”
Diyanet’in tarihine baktığımız zaman, aslında Diyanet’in acıklı bir tarihi olduğunu görürüz. Çünkü ülkemizde din, devlet, toplum, siyaset ilişkilerinde pek çok gerilimlerin yaşandığı dönemler olmuştur. Bu gerilimlerin odak noktasında daima Diyanet olmuştur. Bilhassa ara dönemlerde, siyasetin yahut yöneticilerin Diyanet üzerinden dine ve topluma şekil vermeye çalıştıkları zamanlarda Diyanet hep zor durumda kalmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı, dinin, toplumun ve devletin hassasiyetleri üzerine kurulmuş bir kurumdur. Yine Diyanet’in tarihine baktığımız zaman, Diyanet’in devlete karşı durmadığını müşahede ederiz; çünkü nihayetinde bir kamu kurumudur. Ama dinin ve milletin yanında yer alarak, devleti din konusunda yanlış eğilim, yönelim ve davranışlara düşmekten uzak tutmaya çalışarak bu konuda hassasiyet gösterdiğini ve koruyucu bir kurum olduğunu görürüz.
“ARA DÖNEMLERDE DARBENİN DİNİ TEMELLERİ DİYANET ÜZERİNDEN TOPLUMA TAKDİM EDİLMEK İSTENMİŞTİR…”
1960’lı yıllarda, Ömer Nasuhi Bilmen gibi Türkiye’nin büyük bir hocası Diyanet İşleri Başkanı olmuştur. Ama şunu kimse bilmez, bir general de o esnada Başkan Yardımcısı’dır. Bilmen merhumun hemen ardından gelen Hasan Hüsnü Erdem Hoca, Ankara Üniversitesi’nde Hadis hocasıdır; kendisi Diyanet İşleri Başkanı olacaktır. Aynı şekilde ihtilaflar devam edecektir. Siyasî-idarî ve sosyal “gerekçe”lerinin yanı sıra, “darbenin dini temelleri” olarak inanılması ve benimsenmesi istenen hususlar da, topluma Diyanet üzerinden takdim edilmek ve kabul ettirilmek istenmiştir. Bunlar tarihi hakikatlerdir. Arşivlerde mevcuttur.
“DARBE YÖNETİMİ DÖNEMLERİNDE DİYANET’İN HABERİ OLMADAN DİYANET ADINA KİTAPLAR BASILMIŞTIR…”
Darbe yönetimi dönemlerinde, Diyanet’in haberi olmadan Diyanet adına kitaplar basılmıştır. Bu kitapların üzerine “Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları” yazılmıştır. Bu durumdan Diyanet İşleri Başkanı’nın, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun haberi yoktur. Yine aynı şekilde, Risale-i Nur ile ilgili de aleyhte raporlar hazırlatılmak istenmiştir. Diyanet bunu doğru bulmamış ve buna yanaşmamıştır. Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığının bünyesinde Din İşleri Yüksek Kurulu diye ilmi özerkliği bulunan yetkili bir birim vardır ve Din İşleri Yüksek Kurulu, tarihi boyunca “dinin sabiteleri”nden asla şaşmamıştır. Herhangi bir konuda hangi dönem olursa olsun, gerek ara dönemlerde gerek din-siyaset, din-devlet ilişkilerinin birtakım gerilimlere yol açtığı dönemlerde, Diyanet İşleri Başkanlığı her zaman bu ülkeye sadık kalmıştır. Bürokrasinin bütün o gerilimli dönemlerinde, Diyanet İşleri Başkanlığı hep odak noktası olmuştur.
“DİYANET, ANAYASAL BİR KAMU KURUMU VASFINI KORUYARAK DAHA ÖZERK BİR YAPIYA KAVUŞMALI…”
Doğrusu ben, çağdaş dünyanın geldiği yer ve İslam dünyasında olup bitenlere bakıldığında, Diyanet’in 100 yıllık tecrübe ve birikimine yaslanarak ve tabiî seyri içinde yoluna devam ettiği zaman, Diyanet’in daha özerk bir yapıya kavuşacağına inanıyorum. Çünkü Diyanet, rüştünü ispat etmiş köklü bir kurumdur; hem Türkiye için hem İslam Dünyası için, hatta bütün bir insanlık için önemli bir kurum olduğu yönünde artık herkesin ittifakı vardır.
“BUGÜN DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞIYLA VAKIFLAR GENEL MÜDÜRLÜĞÜ İLİŞKİSİNİN YENİDEN ELE ALINMASI GEREKİYOR…”
Eğer özerklik konuşulacaksa, ilim adamlarımız, hukukçularımız, aydınlarımız ve siyaset adamlarımız tarafından şu hususların konuşulması gerekir: Evvela Diyanet İşleri Başkanlığı ile Vakıflar Genel Müdürlüğü ilişkisinin yeniden ele alınması gerekiyor. Çünkü Vakıflar Genel Müdürlüğünün uhdesinde, “mahza dini ve ilmi amaçlarla”, din eğitimi ve din hizmeti amaçlı kurulmuş büyük vakıflar var. Yani Fatih Külliyesinin Vakfiyesi mahza dini bir metindir; ve o dini metinle amel edilmesi lazım. Bunu yapacak tek bir kurum vardır, o da Diyanet İşleri Başkanlığıdır. Dini vakıflar derken, Cumhuriyet döneminde kurulan sivil toplum örgütleri anlamındaki vakıfları kastetmiyorum. Osmanlı’dan tevarüs eden, ama din eğitimi ve din hizmeti amaçlı kurulan vakıfları kastediyorum. Bu vakıfların bir şekilde Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilişkilendirilmesi gerekiyor. Öte yandan, Kızılay ve Yeşilay gibi öncelikli ve ağırlıklı olarak bizim “direkt ilgi ve uzmanlık sahalarımız”dan daha farklı konu ve sorunlarla uğraşıyor olsa bile görünürde, dînî boyutları da olan müesseselerle irtibatını da düşünerek, Diyanet’in yeniden yapılandırılmasının, gelecek açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum.
İSLAM DÜNYASINDA MEYDANA GELEN OLAYLAR…
“İslam dünyasında yaşananlara karşılık Diyanet’in çağrısı tüm dünyada yankı buldu…”
Ramazan’dan önce, bilhassa Sünni ve Şii ihtilafı karşılıklı cihat ilanına dönüşünce, gerçekten de İslam dünyası yeni bir sürece girmiş oldu. Bunun üzerine biz, on maddelik sekiz dilde bir sağduyu çağrısı yaptık. Bu sağduyu çağrısının, İslam dünyasının her tarafında yankı bulduğunu görmek bize doğrusu cesaret verdi. Lübnan’dan, İran’a, Irak’tan Liberya’ya kadar dünyanın muhtelif yerlerinden bana gelen mektuplar oldu. Bizim bu çağrımız Fildişi sahillerine kadar yankı buldu. Bunun üzerine biz Şii-Sünni ihtilafını ortadan kaldıracak bir inisiyatif başlatmanın önemli olduğuna karar verdik ve süreci başlattık.
“50’Yİ AŞKIN ÜLKEDEN 150 SÜNNİ VE Şİİ ÂLİM İSTANBUL’DA BULUŞTU…”
Elli’yi aşkın ülkeden, Şii ve Sünni 150 civarında İslam âlimi İstanbul’da buluştu. Burada üç gün boyunca zaman zaman gergin anlar da yaşandı. Ama ortak bir dili inşa eden bir toplantıya dönüştü neticede. Önemli olan, buna süreklilik kazandırılması yönünde bir iradenin ortaya çıkmasıydı. Daimi Bir Temas grubu oluştu. Bu temas grubu ilk toplantısını yaptı. İstanbul’da sekretaryasını oluşturdu. Ertuğrul Tekkesi bu iş için bir merkez haline getirildi. Şii dünyasının öncülerinden Lübnanlı Ali el-Hakim başkan yardımcılığına getirildi. Sünni dünyanın âlimlerinden de Ali el-Karadaği başkan yardımcılığına getirildi. On kişilik bir temas grubu oluşturuldu. Bu on kişilik temas grubu bir eylem planı hazırladı. Bir çalışma yönergesi üzerinde çalıştı. Büyük inisiyatiflerle irtibatlı olarak da, Türkiye’de ve Irak’ta hükûmetin kurulması beklendi.
“NE YAZIK Kİ SON YILLARDA İSLÂM DÜNYASINDA İLİM ADAMLARI ETKİLERİNİ KAYBEDEREK KAVGANIN TARAFI OLDULAR…”
Faaliyetlerimizi, ilk olarak Türkiye’de Cumhurbaşkanı’mızı, Başbakan’ımızı ve Dışişleri Bakanı’mızı ziyaret ederek başlatacağız. Hemen arkasından, Irak’ta göreve başlayan yeni hükûmeti ziyaret edeceğiz. Bu ülkelerdeki ziyaretlerimiz aslında siyaset erbabından çok ilim erbabına yönelik olacaktır. Özellikle de Şii ve Sünni ilim adamlarına… Çünkü hakikaten ilim adamları bu konuda son yıllarda etkinliklerini kaybettiler. Üzülerek bunu belirtmek isterim. Hatta her birisi kavganın bir tarafı oldu. Çünkü ihtilafı kavgalarıyla körüklemeye başladılar.
“IŞİD, BOKO HARAM, ŞEBAB GİBİ HAREKETLER, CEHALETTEN KAYNAKLANIYOR…”
IŞİD, Boko Haram, Şebab gibi, İslam dünyasının muhtelif yerlerinde ortaya çıkan bu hareketlerin harici sebepleri ile dahili sebeplerini daima birlikte değerlendirmek gerekir. Belki harici sebeplerini siyaset adamları çözebilir. Ama dahili sebeplerini, yani doğrudan dinden kaynaklanan, dinin farklı yanlış yorumlarından kaynaklanan, hatta cehaletten kaynaklanan yönleri üzerinde ilim adamlarının ittifakı çok önemlidir.
“İSLAM DÜNYASINDA OLUP BİTENLERİN SEBEPLERİNİ HEP DIŞARIDA ARAMAK BUGÜN, MÜSLÜMANLARIN ZAYIF YÖNLERİNDEN BİRİDİR…”
Aslında İslam dünyasında olup bitenlerin sebeplerini hep dışarıda aramak, komplo teorileri üzerinden izah etmek bugün, Müslümanların zayıf yönlerinden biridir. Ama ortaya çıkıyor ki, küresel ölçekte gerçekten çok önemli bir harici sebep var; bugün yeryüzünde İslam Dini’nin herhangi bir tezahürünün, herhangi bir alâmetinin dahi bir meşruiyet ve güvenlik sorununa ve bir tehdide dönüşmesi yolunda bir çaba görüyoruz. Bu, gerçekten İslam Dini için, Müslümanlar için ve hatta dünyamız için çok vahim bir durumdur. “İSLAMİYET’İN VARLIĞI TOPLUM NEZDİNDE BİR GÜVENLİK SORUNUNA DÖNÜŞTÜRÜLMEK İSTENİYOR…”
İslamiyet’in varlığı toplum nezdinde bir güvenlik sorununa, bir meşruiyet sorununa ve bir tehdide dönüştürülmek isteniyor. Bu, beraberinde önce İslamofobiayı doğurdu, bu fobi de nefrete dönüştü, nefretten ise bir düşmanlık oluştu. Dolayısıyla, aslında İslam dünyasında olup bitenler üzerinde kafa yoran bütün Müslümanların ve herkesin, İslam Dini’nin geleceği konusunda nasıl büyük bir kötülüğe yol açtığını oturup düşünmesi lazım.
“İSLAMİYET’İN BİR ANA YOLU, BİR DE BU ANAYOLA BAĞLI FARKLI YORUMLARI, MEZHEPLERİ VE FARKLI ANLAYIŞLARI VARDIR…”
İslamiyet’in bir ana yolu, bir de bu anayola bağlı farklı yorumları, mezhepleri, meşrepleri, tarikatları, farklı anlayışları vardır. Ana yolu rakam olarak belki ifade etmek zordur, ama yüzde sekseni, yüzde doksanı ifade eden bir yoldur aslında. Bu, medeniyetler kuran yoldur. Bu, Endülüsleri, Maveraünnehirleri, İstanbulları, Anadoluları fetheden ve oralara medeniyet taşıyan, oralara hakkı, hakikati, fazileti, adaleti taşıyan ana yolu ifade eden bir yoldur. Bir de bundan ayrılan farklı mezhepler vardır.
IŞİD MESELESİ…
“BUGÜN, İSLAMİYET’İN UÇ HAREKETLER TARAFINDAN TEMSİL EDİLMESİ İSTENİYOR…”
Bütün bu olup bitenlerin sonuçlarından bir tanesi, adeta isteniyor ki, İslamiyet’in temsili medeniyetler kuran anayol tarafından ifade edilmesin. Bilakis İslâmiyet, uç hareketler tarafından temsil edilsin. Ne yazık ki, modern zamanlarda ortaya çıkmış, işgallerin, istibdatların gölgesinde, yaralı bilinçlerin, ölümcül kimliklerin cehaletle ürettiği birtakım hareketlerin öne çıkartılmak istendiğini görüyoruz. İslam-Batı ikileminde, İslamiyet’in Şiilik yorumunun bir veçhesinin daha çok öne çıkarıldığını; Sünni-Şii ikileminde ise, Selefiliğin anayolu temsil etmesinin istendiğini görüyoruz. IŞİD’le beraber de bu Selefiliğin tarihteki Haricilikle buluştuğuna şahit oluyoruz.
“İSLAMİYET TARİH BOYUNCA DÖRT ZOR DÖNEMDEN GEÇMİŞTİR…”
Birincisi, Hz. Osman’ın katliyle başlayan fitne dönemleridir. Bu dönem, Cemel, Sıffin, Nahrevan ve Kerbelalarla biten dönemdir. İkincisi, Moğol istilasıyla nehirlerin kan ve mürekkep aktığı dönemdir. Üçüncüsü, Osmanlı’nın yıkılışı ile başlayan ve Birinci Dünya Harbi’yle devam eden zor dönemdir. Dördüncü dönem ise, bilhassa Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra İslam dünyasında meydana gelen Afganistan, Bosna Savaşı, İran-Irak Savaşı, Körfez Savaşları, Afrika’daki birtakım savaşlar ve bütün bunların akabinde o yaralı bilinçlerin, istibdatların meydana getirdiği hareketlerin yaşandığı dönemdir. Bütün bu hareketlerin İslam Dini’ni, İslam coğrafyasını, Müslümanları, İslam medeniyetini gerçekten en zor döneme soktuğunu görmemiz gerekiyor.
“İSLAM DÜNYASINDA OLANLARA KARŞILIK ÂLİMLERİN CESARETLE KONUNUN ÜSTÜNE GİTMESİ GEREKİYOR…”
Alimlerin inisiyatif alması ve bunun farkında olması, böyle küçük kavgalarla, ihtilaflarla taraf olması, birbirlerine cihat ilan etmelerin üzerine gitmesi gerekiyor. Tabii bu vehametin, bir de dinin kendi yorumundan kaynaklanan boyutları vardır. Yani tarih boyunca dinin literal yorumu, Yaratıcı’nın dini göndermekteki gayesini yok sayarak, insanı, kâinatı, dinle hayat arasındaki ilişkiyi, akılla vahiy arasındaki bin yıldır kurulan muhteşem ilişkiyi yok sayarak, dini metinleri dar çerçevede kanun metinleri haline getirmek… İşte Selefi yorum budur. Böyle dönemde insanlar dini metinlerin ne dediğine bakmaz. Kendi düşüncelerini o metinlere söyletmeye, onaylatmaya yeltenir. Aslında bu, bütün dinlerde vardır.
“TEVRAT YORUMUYLA BİR BAŞKA TOPLUMA AİT OLAN FİLİSTİN ÜZERİNDE BİR DEVLET KURMAKLA, IRAK VE ŞAM’DA HADİS YORUMLARIYLA BİR DEVLET KURMA TEŞEBBÜSÜ ARASINDA FARK YOKTUR…”
İslam coğrafyasında, bir başka topluma ait bir toprak olan Filistin üzerinde, aşırı bir Tevrat yorumundan kalkarak bir devlet kurmakla, Irak ve Şam’da yine usulsüz ve aşırı nitelikteki birtakım hadis yorumlamalarından hareketle bir devlet kurma teşebbüsü arasında, esasen fark yoktur. Yani oradaki literal Tevrat yorumu, dünyanın her tarafında yaşayan bir inancın mensuplarını nasıl oraya toplayıp, cebren başkasının toprakları üzerinde bir devlet kurdurduysa, ki bütün dünya buna şahit oldu. Bu, aslında, İslam dünyasında yaşanan elim hadiselerin temel sebeplerinden, kanayan yaralarından daima bir tanesi olmuştur.
“BREİVİK’İN, NORVEÇ’TE 80 KİŞİYİ KATLETMESİNİ DİNİ YORUMA DAYANDIRMASIYLA, BİR IŞİD MİLİTANININ İNSANLARI BOĞAZLAMASINI DİNİ YORUMA DAYANDIRMASI, AYNI ŞEYDİR…”
Breivik Norveç’te 80 kişiyi katlederken, nasıl, İncil’in evangelik literal yorumuna dayandıysa, bir IŞİD militanının insanları boğazlayarak bütün dünyaya göstermesi ve onun arkasında gizli olan, dini yorum dediğimiz şey de, aslında aynıdır. İslam coğrafyasında bu olup bitenleri, bütün bu yaşananları, bilhassa son 10 küsur yıldaki büyük işgal ve istilâlardan sonra ortaya çıkan, daha çok hapishanelerde, işkencehanelerde adeta “yetiştirilen” birtakım insanların ürettiği hareketler olarak değerlendiriyorum.
“ŞİDDETİ KUTSAYAN, VAHŞETİ TAKDİS EDEN, PEYGAMBER MEZARLARINI TAHRİP ETMEYİ İBADET TELAKKİ EDEN BİR ANLAYIŞ, İSLAM MEDENİYETİNDE YOKTUR…”
Şiddeti kutsayan, vahşeti takdis eden, savaşta da olsa ahlak ve hukuk tanımayan, başka bir inanca karşı soykırım uygulayan, peygamber mezarlarını tahrip etmeyi, bombalamayı dahi ibadet telakki eden bir anlayış, aslında İslam medeniyetinde yoktur, olmamıştır. Bu tür hadiselerin sebeplerini, yüce dinimizde, tarih boyunca insanlığa hakkı, hakikati getiren, adaleti getiren, karıncayı ezmeyi bile hoş görmeyen bir dinin metinlerinde, Kur’an’da, Hz. Peygamberin rahmet yüklü mesajlarında kimse bulamaz. Bunun din dışı sebepleri çok daha önde ve belirleyicidir. Bunları mezhepler tarihi, dinler tarihi, ilahiyat nosyonuyla ortaya koymak tek başına yetmez, doğru değildir.
CEMAATLER KONUSU…
“CEMAAT KONUSUNUN BİR SİYASİ VE HUKUKİ TARAFI VAR, BİR DE DİNİ VE AHLAKİ TARAFI VAR…”
Diyanet, sivil dini yapıları hep koruya gelmiştir. Hem onların hata yapmamalarını sağlamak için bir çaba içerisine girmiştir, hem de devletle onlar arasında köprü olarak, devletin onları tamamen ezmesinin de önünde engel olmuştur; bu son derece önemlidir. Ama sadece bu yapı özelinde değil, bütün dini yapılar için böyledir. Şunu ifade etmek isterim: Bu defa, gündemdeki bu son konunun bir siyasi boyutu var, bir hukuki boyutu var. Elbette işin o kısmı siyaset, hukuk çerçevesinde çözülecektir. Ama bu topraklarda yaşanan bu tartışmanın, bir de dini ve ahlaki boyutu vardır. Biz daha çok bu dini ve ahlaki boyutunun çok iyi konuşulması gerektiğini düşünüyoruz.
“BİR DİNİ YAPI, KURU BİR GÜÇ TUTKUSU ADINA ULUSAL SİYASETE, ULUSLARARASI SİYASETE MÜDAHALE ETMEYE KALKARSA, KENDİSİNE İNANAN İNSANLARIN HUKUKUNU DA ÇİĞNEMİŞ OLUR…”
Bir dini yapı ortaya çıkarken daha çok halka dayanır. Halkın zekâtlarına, sadakalarına, yardımlarına, himmetlerine dayanarak ortaya çıkarlar, neşvünema bulurlar. Herhangi bir dini yapı veya dini sosyal teşekkül toplumla bu irtibatı kurarken, onlarla zımni bir muahedeye sahiptir, bir anlaşmaya sahiptir; bu anlaşmaya sadık kalmak zorundadır. Yani yardım toplarken, sadaka toplarken, zekât toplarken onlara ne demişse, sadece o çerçevede hizmetini yapacak. Yani, eğer onlara, “Ben ahlaklı nesiller yetiştireceğim” demişse, sadece ona yoğunlaşması lazım. Ama arkasından 40 yıllık bir emekten sonra, bütün bunları, kuru bir güç tutkusu adına, bir başka ulusal siyaset adına, uluslararası siyasete müdahale adına bütün bunları heba ettiği zaman, aslında bu dini yapı bütün o insanların hukukunu da çiğnemiş olur.
“MİLLETİN MANEVİYATINI ÇALMAK ÇOK KÖTÜ BİR ŞEYDİR…”
Hırsızlık kötü bir şeydir, insanların malını çalmak elbette kötü bir şeydir. Ancak milletin maneviyatını çalmak çok daha kötü bir şeydir. Bunun üzerinde düşünmek lazım. Yani milletle kurulan o manevi bağın, ilkeler ve prensipler üzerinden devam etmesi bu tür dini yapılar için son derece önemli ve hayâtîdir.
“BİRTAKIM RÜYALARLA, PEYGAMBERLE GÖRÜŞÜLDÜĞÜ İDDİALARIYLA, VERDİĞİNİZ KAVGAYI MEŞRULAŞTIRMAYA KALKIŞIRSANIZ, O ZAMAN İNSANLARA HAKSIZLIK YAPMIŞ OLURSUNUZ…”
Önemli olan başka bir husus daha vardır. Bilhassa teolojik alt yapısını ele alırken İslam Dini’nin bir çerçevesi vardır. İlkeleri, prensipleri, kuralları vardır, temel kaynakları vardır. Bu Kur’an’dır ve Sünnet’tir. Bunun tarih içerisinde oluşmuş sağlam bir metodolojisi ve yorum geleneği vardır. Aynı şekilde, bütün bu çalışmaları yaparken bu metodolojinin dışına çıkıldığı zaman, yani bir takım rüyalarla, peygamberle görüşüldüğü iddialarıyla, verdiğiniz kavgayı meşrulaştırmaya kalkışırsanız, o zaman, ilk günden itibaren her şeyinizi borçlu olduğunuz o insanlara karşı haksızlık yapmış olursunuz. Bunu ben genel konuşuyorum. Yani sadece belirli bir yapı için konuşmuyorum.
“KUR’AN VE SÜNNET DIŞINDA RÜYALARLA, SÖYLENTİLERLE MEŞRUİYET OLUŞTURMAK DOĞRU DEĞİLDİR…”
Son zamanlarda Türkiye’de Mehdilik üzerinden, Mesihlik üzerinden, rüyalar üzerinden, peygamberle görüşüldüğü iddiaları üzerinden, hatta ve hatta hâşâ Cenabı-ı Hak’la doğrudan iletişim kurma iddiaları üzerinden farklı bir din yorumu ihdas etmeye kalkışmak, hiç doğru değildir. Bir siyasi mücadele, politik bir mücadele veriliyorsa, bütün bu politik mücadeleyi bu tür yanlış dini temeller üzerine kurmak doğru değildir. Rüya, İslam Dini’nde bağlayıcı bir bilgi kaynağı olarak kabul de edilmez zaten. Ortada Kitap vardır, Sünnet vardır; bu esaslar üzerinde kurulmuş bir dinimiz vardır; onun dışında birtakım söylentiler üzerine bunları bina ederek bir meşruiyet oluşturmaya çalışmak doğru değildir.
RUHBAN OKULU MESELESİ…
“DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI OLARAK İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜNÜ DESTEKLİYORUZ…”
Doğrusu, Türkiye için Ruhban Okulu’nu açmak, bizim herhangi bir ilçede bir Kur’an Kursu’nu açmamızdan çok daha basit bir hadisedir. Ben her zaman söylerim; bilhassa Türkiye’de yaşayan dini azınlıklar tarih boyunca inanç özgürlüğü açısından, din eğitimi ve kendi din adamlarını yetiştirmeleri açısından nasıl özgür oldularsa, biz Diyanet İşleri Başkanlığı olarak, o özgürlüğü sonuna kadar hep savunageldik. Yani her zaman ifade ediyorum; bu ülkede yaşayan bir Ortodoks cemaatinin kendi din adamını yetiştirmek için Selanik’e, Yunanistan’a muhtaç olmaması gerekir. Yahut Ermeni cemaatinin, kendi din adamını yetiştirmek için Ermenistan’a göndermesi doğru değildir. Ancak siyasette mütekabiliyet vardır. Fakat dinlerde ve ahlak sistemlerinde, bilhassa din özgürlüğü konularında ben mütekabiliyete inanan birisi değilim, yani bunun doğru olduğunu kabul eden birisi değilim. Tabiî ki siyasetin kendi kuralları vardır, bunu düşünecektir. Yani hâlâ Yunanistan’da bir tek Bayram Namazı’nı kılmak için, oradaki bütün Müslümanların gidip bir kapalı spor salonu kiralamak zorunda kalması hakikaten son derece üzücüdür. Batı Trakya’da Müslümanların halen kendi müftülerini seçme hakkına sahip olmaması üzücüdür.
CEMEVİ MESELESİ…
Ben her zaman söylediğimi söylüyorum, cemevi cemevidir. Tarihte hangi fonksiyonu icra etmişse, bugün de aynı fonksiyonu özgürce icra etmeye devam etmeli.
AYASOFYA MESELESİ…
“Ayasofya bir müze değil, bir kilise değil, Ayasofya bir İslam mabedidir…” Ayasofya, bu milletin, bu tarihin, bu medeniyetin, aslında bütün dünyada önemli olan, sembolik değeri çok yüksek olan bir İslam mabedidir, müze değildir, Ayasofya müze değildir. Ayasofya kilise değildir. Ayasofya, tarihimizin, Fatih Sultan Mehmet’in ve hatta bütün Müslümanların ortak bir mabedidir o.