Ana Sayfa Guncel Asayiş Siyaset Ekonomi Eğitim Kültür-Sanat Sağlık-Yaşam Spor Araştırma İnceleme Bölgeden Türkiye Teknoloji Seçime Doğru
Taşambarlar’da yangın söndürüldü
Taşambarlar’da yangın söndürüldü
AK Parti’de görev dağılımı yapıldı
AK Parti’de görev dağılımı yapıldı
YURTLİG’de Erzurum Kız Yurdu şampiyon oldu
YURTLİG’de Erzurum Kız Yurdu şampiyon oldu
Erzurum’da bilekler yarıştı
Erzurum’da bilekler yarıştı
Akdağ ailesi yasta
Akdağ ailesi yasta
HABERLER>ARAŞTIRMA İNCELEME
15 Eylül 2013 Pazar - 12:01

Görmez tartışmalara nokta koydu

Diyanet İşleri Başkanı Görmez İlahiyat müfredatına dair önemli açıklamalarda bulundu.

Görmez tartışmalara nokta koydu

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez İlahiyat müfredatına dair önemli açıklamalarda bulundu.

Görmez son günlerde bilim ve medya çevrelerinde tartışılan YÖK’ün İlahiyat Fakültelerinin isim ve müfredat değişikliğine ilişkin kararı hakkında görüşlerini bir söyleşide paylaştı. İşte Görmez’in tespitleri:
SORU:Hocam, son günlerde Türkiye’nin sıcak gündemi içinde kendine yer bulan bilim ve medya çevrelerinin de ilgisini çeken bir konu var. Konu Diyanet İşleri Başkanlığını doğrudan ilgilendirmeyebilir. Ancak hem bir ilahiyatçı ve akademisyen olarak hem de ilahiyat fakülteleri mezunlarını en fazla istihdam eden bir kurumun başkanı olarak sizin görüşlerinizi almak istiyoruz. Bildiğiniz gibi YÖK 15 Ağustos 2013 tarihindeki oturumunda tartışmalı iki karar aldı. Birisi İlahiyat Fakültelerinin isimlerini İslâmî İlimler Fakültesi olarak değiştirmeyi önerdi. Diğeri de bu fakültelerden felsefe grubu derslerinin sayısını azaltma hatta genel felsefe derslerini tamamen kaldırma yoluna gitti. Sizce bu değişiklik ihtiyacı neden doğmuş olabilir? Amaç ne olabilir? Siz bu değişikliğe katılıyor musunuz?
GÖRMEZ:- Sorunuza doğrudan cevap vermeden önce bir hususu belirtmek istiyorum. Şahsen bu ağır sorumluluğu üstlendiğim günden itibaren her fırsatta Türkiye de dâhil bütün İslâm dünyasının yüksek din eğitimi veren müesseselerini, bilim adamı, İslâm âlimi yetiştiren mekanizmalarını, program ve müfredatlarını yeniden gözden geçirme mecburiyetine işaret etmeye çalışıyorum. Ezher, Medine İslâm Üniversitesi, Pakistan Uluslararası İslâm Üniversitesi, Malezya İslâm Üniversitesi ve İran Mustafa Üniversitesi gibi bütün dünyadan öğrenci alan uluslararası eğitim kurumları, İslâm ülkelerinde hemen hemen her üniversite bünyesinde bulunan Şeriat Fakülteleri gibi fakültelerin hem geçmiş müktesebatı gelecek nesillere güncelleyerek aktarmada, hem çağın meydan okumalarına cevap vermede, hem de bugünü imar etmede, geleceği inşa etmede yetersiz kaldıklarını tespit etmek için İslâm coğrafyasında yaşanan krizlerde İslâm bilginlerinin içine düştüğü acıklı durumu görmek yeterlidir. Genel olarak yüksek din eğitimi özelde İlahiyat Fakülteleri meselesi sadece bugünü ve ülkemizi ilgilendiren bir konu değildir. Bu geleceğimizi ve bütün bir İslâm coğrafyasını ilgilendirmektedir. Zira bugün İslâm dünyası büyük bunalımlar yaşamaktadır. Bu bunalımların temeli en az 200 yıllık geçmişi olan bir yön ve istikamet kaybetme meselesidir. Bu yön ve istikamet yeniden ancak bilim, hikmet ve akılla bulunabilir. Fakültelerin isimlerini değiştirerek biz bu yön ve istikameti bulamayız. Derslerin sayısını azaltarak veya çoğaltarak biz yön ve istikameti bulamayız. Ben şahsen YÖK’ün aldığı bu karardan bir gün sonra haberdar oldum. Köklü ilahiyat fakültelerimizin büyük hocaları tepkilerini bana ilettiler. Zira YÖK’ün bu kararı Diyanet’le birlikte aldığı gibi yanlış bir duyum almışlardı. Biz Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanımız ve Din Öğretimi Genel Müdürümüzle birlikte bir heyet olarak YÖK Başkanımızı ziyaret ettik ve hem düşüncelerimizi hem de ilahiyat fakültelerinden gelen tepkileri ifade etmeye çalıştık. Ben bu kararı verenlerin iyi niyetinden şüphe etmiyorum. Onların da bir iyileştirme çabası içinde olduklarını biliyorum. Yüksek İslam Öğretim ve Eğitiminde müfredat ve isim değişikliğine her zaman tabi ki gidilebilir. Her zaman daha iyi bir müfredat arayışı içinde olarak nesillerimizi geleceğe daha iyi hazırlamak ve İslâm’ı daha iyi öğretme amacımız olmalıdır. Böylece sadece Türkiye’ye değil; ama aynı zamanda dünyadaki bütün Müslümanlara ve tüm insanlığa daha iyi katkılar sağlayabiliriz. Ancak bunu doğru bir usul ve yöntemle yapmak gerekirdi. Burada takip edilen yol, yöntem ve usul biraz yanlış ve tartışmaya açık olmuştur.
SORU:Bu konuda takip edilecek yol, yöntem ve usul nasıl olmalıydı? Sizce İlahiyat Fakültesi mi olmalı İslami İlimler Fakültesi mi olmalı?  Neden bu isim değişikliği gündeme gelmiştir?

GÖRMEZ:- Aslolan isimler değildir; ilkeler, prensipler, hedefler ve muhtevadır. Nasıl bir medeniyet perspektifi ile dinî bilgiye baktığınız önemlidir. Ancak karşı olduğumuz isme yüklediğimiz olumsuzluk ile kabul ettiğimiz isme yüklediğimiz anlamlar önemlidir. Ve bu mutlaka bilimsel çerçevede tartışılmalıdır.
Öncelikle üniversite kapsamında yapılan bu değiştirme düşüncesinin uygulamaya geliş biçimi hem akademik açıdan hem de etik açıdan uygun görülmemiştir. Uzun yıllara dayalı bir geçmişi olan alışılmış, gelenekselleşmiş bir ismi değiştirmek bu kadar kolay olmamalı. Hangi gerekçe ile olursa olsun bugüne kadar binlerce kişinin mensubiyetinin olduğu ve hala aynı mensubiyet içerisinde bulunan bir fakülte ismini, merkezi bir karar ile, bir oldu bitti ile değiştirmeye kalkışmak etik açıdan uygun olmamıştır. Bu ayrıca üniversite ve akademinin ruhuna da aykırıdır.
YÖK’ten bir kararla, merkezi bir tavırla bütün fakültelerin adını, onlarca üniversitenin senatosunu, fakültelerin akademik kurullarını görmezlikten gelerek, ilahiyat mensubu yüzlerce akademisyeni görmezden gelerek hızlı bir kararla değiştirme gayreti gerçekten bu camiada hizmet eden herkesi üzdüğünü biliyorum.
Kaldı ki ilahiyat fakülteleri, kanunla kurulduğu için ve pek çok kanunda atıfta bulunulduğu için bilebildiğim kadarıyla bu fakültelerin isimleri YÖK kararıyla değişmez; mevzuat değişikliğine ihtiyaç vardır. Ayrıca yeni kurulan pek çok fakülteye de değişik isimler verildiğini biliyoruz.
SORU:Peki Hocam, İlahiyat ne demek, sizce hangisi daha doğrudur?
GÖRMEZ:- Üzülerek belirtmek isterim ki, ilahiyat mensubu da olan bazı çevreler “ilahiyat” kelimesini “ilahlar” anlamında çevirmekte ve bu kelime üzerinden spekülasyon yapmaktadırlar. İlahiyat kelimesi iddia edildiği gibi “ilahlar” anlamına gelmez. Arapçada “ilahlar” anlamına gelen kelime, “âlihetun” kelimesidir. İlahiyat kelimesinin sözlük anlamı, “ilahî olanla ilgili” demektir. Terim olarak ilahiyat, İslâm dininin kavramlarını, temel esaslarını, tarihini, kültürünü ve medeniyetini derinlemesine inceleme, araştırma, anlama ve yorumlama anlamına gelen genel bir adlandırmadır. Ayrıca bu disiplinde diğer dinlerin de temel esaslarını inceleyerek, onları anlayıp yorumlayarak farklı dinlerin kavram ve temel esasları arasında objektif karşılaştırmalar yapabilmek için dini ilimlerin yanı sıra tabii ve beşeri ilimlerden de faydalanma esas alınmaktadır. Taşköprülüzâde’nin ifadesiyle “ilahiyat ilmi, ilahi bir ilimdir. Bu ilimde bütün mevcûdâttan bahsedilir. Bu ilmin konusu varlıktır. Gayesi hak olan itikadı elde etmektir. Ta ki bu vesile ile saâdet-i ebediye elde edilsin.”
Taşköprülüzâde’nin tanımında da görüldüğü üzere ilahiyat, sadece tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf gibi temel İslâm bilimleriyle sınırlı değildir. Din bilgisi, bizim ilimler tarihimizde hiçbir zaman Temel İslâm bilimleriyle sınırlandırılmamıştır. Klasik literatürümüz incelendiğinde görülecektir ki, tabiî ve beşerî ilimlerin birçok alanını ilahiyat kapsamında ele almak ilkesel bir gereklilik sayılmıştır.
Ayrıca ilahiyat kimilerinin iddia ettiği gibi nevzuhur bir kavram değildir. İbn-i Sina ve Gazzali başta olmak üzere birçok İslâm âlimi hem kavram olarak hem de ilimlerin tasnifinde bu kavramı kullanmışlardır.
SORU:Siz ilahiyata çok kapsamlı bir bakış getirdiniz. Peki bu geniş bilgi alanını ya da bütün saydığınız bilim dallarını kapsayan bir içeriği olmalı mıdır ilahiyatın?
GÖRMEZ:- Bu üzerinde çokça durulması gereken bir konudur. Temel yanlışlık burada yapılmaktadır. Sizin İslam’a, bütün bir İslâm medeniyetine nasıl baktığınızla, onu nasıl tanımladığınızla ilgilidir ilahiyatın içeriğinin ne olması gerektiği sorusu veya sorunu… Bu son yapılan değişiklik çalışmasının temel sorunu burada yatmaktadır. Yüksek din eğitiminin içeriğini sadece cami hizmeti ve ibadet alanıyla sınırlandırmak isterseniz dinî olanı dar bir alana hasretmiş olursunuz. Halbuki İslam bu ayrımı kabul etmez. Batı’da Hıristiyanlığın Kiliseyle sınırlandırılması tecrübesini İslâm’dan beklemek mümkün değildir. İslâm bilimlerini salt tefsir, hadis, fıkıh ve kelama indirgemek büyük bir yanlışlıktır. Bu geleneksel İslâm bilgi teorileri ve bilimler tasnifiyle de bağdaşmaz.
İslâm’ın özünde din ve dünya ayrımı yapılmaz. Ahireti kazanmak için dünyayı da kazanmalısınız. Müslümanın bilinci bütün yapıp ettiklerinden dolayı hesaba çekileceğini bilmesi ile şekillenir. Bir Müslüman namaz adabına dikkat ettiği kadar, yeterince coğrafya, astronomi ve matematik bilgisine de sahip olabilmeli ki kıblesini ve namaz vaktini doğru tespit edebilsin. Bu bilgileri de doğru üretebilmek için ayrıca bilgi üretme yollarına, başka bir ifadeyle epistemolojiye ve bilgi üretme yöntemlerine dair bilgi ve teorileri de öğrenmeli ve geliştirmelidir. Buradan bakıldığında bir anda tüm beşeri bilimler İslam dini ile ilgili bilim alanı olan ilahiyatın kapsamına girer ve hepsi bu anlamıyla dini bilimdir. Esasen, namaz kılmaya dair bilgiler ile -ki biz bunları öncelikle Allah’ın kelamındaki ayetlerinden öğreniriz. Ama diğer bilgileri, duyu organlarımızla ve yine Allah’ın bize nimeti olan ve bizi diğer canlılardan ayıran akıl nimeti ile afaktaki ayetlerinden öğreniriz- bütün bir kainata bizi Allah’a götüren ayetleri olarak bakarız. Başka türlü bir bakış ise aslında son derecede parçalanmış, hatta başka bir deyişle seküler bir zihin içeriğinin sonucu olabilir. Allah’ın afak ve enfüsteki ve Kitabındaki ayetlerini birbirinden ayıramayız. Maalesef üzülerek belirtmek isterim ki İslâm’ı böyle parçalanmış bir zihin ve bilinçle tanımlayan bir Müslüman aslında derin bir sekülerleşme etkisindedir. Dini bilgi bu yüzden sadece tefsir, hadis ve fıkha indirgenemez. Yine maalesef, böyle bir zihin modernitenin Hıristiyanlık içindeki bir kırılma ile oluşturduğu ve dini sadece dini kaynakların metinlerine indirgeyen Protestanlık ile de çok yakın bir zihindir ve bu anlayışın modern dönemde İslâm’daki yorumu olan neo-selefilik ile hemen hemen denk düşer.
SORU: İlahiyat’a “İslâmî İlimler” demek ne anlama gelir? Bunu nasıl anlamalıyız? İlahiyat ile Batıdaki teoloji arasında ne fark vardır?
GÖRMEZ:- Bu soruya doğru cevap verebilmek için İslâmi ilimlerden ne kastedildiğine bakılmalıdır. Eğer İslâmi ilimlerden sadece temel İslâm bilimleri olarak adlandırılan tefsir, hadis, fıkıh kastediliyorsa bu kesinlikle yanlış olur. İslâm dünyasında da bu isimle bir fakülte yoktur. Bu anlamda sanıldığının aksine Batı’daki teolojinin karşılığı “ilahiyat” değildir. Aslında bugün “ilahiyat” Batı’daki teolojinin karşılığıdır diyerek “ilahiyat”a karşı çıkanların bizde “İslami ilimler” olarak kabul ettiği çerçeve tam da teolojinin karşılığıdır.
Bakınız, isterseniz geçmişte Nizamiye, İznik ve Fatih medreseleri geleneğinde yetiştirilmesi hedeflenen insan kaynağına bakalım. Bu medreselerden yetişen insan toplumun bütün bilgili insan kaynağını oluşturmak üzere yetişiyordu. Böylece hayatın bütün alanlarında insan kaynağı ihtiyacını karşılamak üzere geleneksel eğitim ve öğretim düzenlenmişti. Tabii ona göre bir müfredatın olması gerekliydi. Bu müfredat “alim” diye adlandırılan ve topluma her alanda önderlik eden bir zümrenin yetişmesini sağlıyordu. Dolayısıyla bir kere öncelikle şunun bilinmesi, kabul edilmesi gerekir ki, yine modern bir adlandırma olarak görülmesi gereken bugün yapılan adlandırmayla İslâmi İlimler, geleneksel eğitimin sadece bir parçasıdır. Bugün bu parçanın ilahiyat müfredatının neredeyse tamamının yerine ikame edilmek istenmesi bizi oldukça büyük açmazlarla karşı karşıya getirecektir.
Bugün bir kez daha ilahiyat alanını belirlemek için Batıdan beslenen bir bakış açısı uygulanmaktadır. İlahiyat alanını İslami İlimler olarak değiştirmek ilk bakışta sanki onu daha yerli yapma girişimidir. Fakat daha derinlemesine bir bakışta gerçekleşen sürecin bunun tam aksi olduğunu görmekteyiz. Esasında tam olarak sekülerleşmenin talep ettiği gibi İlahiyat bilimi en dar alana hapsedilmiş olmaktadır.
İslami ilimler adı altında bugün tam olarak sekülerleşmenin talebi tekrarlanmaktadır. Yani bu iddiaya göre ilahiyat alanı, İslami ilimler adı altında dar bir alana hapsedilmeli ve kendi ana bilim dallarıyla yetinmelidir. O Batı'daki teolojinin tam karşılığı haline gelmelidir. Oysa bu tam da İlahiyat alanının başta işaret ettiğimiz açmazının adıdır. İlahiyat alanı tam da kendi dışındaki alanlara cevaplar üretemediği için bir açmazdadır. İnsanların gündelik hayatlarına yeterince cevap üretemediği için, bilimsel gelişmelere dair görüşler serdedemediği için, beşeri bilimlerin yeni sorun alanlarına çözümler öneremediği için ilahiyat alanı ve dolayısıyla din, insanların ilgi alanı dışına itilmektedir. Yaşam alanı sekülerleşmektedir, çünkü ilahiyat kendisiyle yetinmektedir. Bu açmaz şimdi dıştan bir müdahaleyle iyice derinleştirilmek istenmektedir. Daha da daraltılan ilahiyat alanı, hayatın dışına itilen bir ilahiyat alanıdır. Temel İslam bilimleri kendisiyle yetindiği sürece süregelen hayata cevap üretmekten yoksun kalacaktır. Ve sekülerleşme ciddi anlamda teşvik edilmiş olacaktır.
Oysa Kuran'ın kendisini algılayış biçimi bunun tam zıttıdır. O hayatın içindedir ve hayata, tabiata dair cevaplar vermektedir. İlk dönem ulema da böyle yapmıştır. Bu yüzden ilahiyat ilmini daraltmak yerine onu diğer bilim dallarına açmak, onu içine sürüklendiği açmazdan kurtaracaktır. Elbette ilahiyat ilmi fizik ilminin yerini almamalı, fakat fizik ilminde işleyen kurallara dini bir bakış açısı getirebilmeli ve sünnetullahın işleyiş biçimini yakalayabilmelidir. İlahiyat ilimleri kendi dar alanından kurtarılıp daha disiplinler arası bir yapıya kavuşturulmadıkça, din de insanların gündelik hayatından uzaklaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.
SORU:Peki İlahiyat’ın müfredatı nasıl olmalıdır?
GÖRMEZ:- Benim merkezden tek tip bir müfredatın dayatılmasını eleştirirken bir müfredat önermem doğru olmaz. Ancak istihdam alanlarımızı ve ihtiyaçlarımızı dikkate alacak olursak ilkesel olarak üç tür müfredata ihtiyaç duyduğumuzu söyleyebilirim. Birincisi din eğitimi ağırlıklı müfredat, bu üç bölümlü olabilir. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği, İmam Hatip Meslek Dersleri Öğretmenliği, Yaygın Din Eğitimi (Kur’an Kursu) Öğretmenliği. Bu üçü de pedagojik açıdan birbirinden farklıdır ve bunlara yönelik müfredat, istihdam ihtiyacına göre üniversitelere dağıtılabilir.
İkincisi ise Diyanet’in istihdamını dikkate alarak din hizmetleri ağırlıklı müfredat oluşturulmalıdır. Bu fakültelerde de İmam-Hatip, Vaizlik-İrşad ve Müftü yetiştirmeye yönelik bir müfredat olmalıdır.

Diğer üçüncüsü de bilimsel ve araştırmaya ağırlık veren müfredat olmalıdır. Bu müfredata dayalı ilahiyat fakülteleri istihdamdan bağımsız tamamen İslam’ın akademik, araştırmacı ve derin tefekkürü barındıran bir programı içermelidir. Bu bağlamda İslam’la ilgili birçok konu bu fakülte bünyesinde bir müfredata dönüştürülür, enstitü ve araştırma merkezleriyle bunlar zenginleştirilir. Bu üçünde de birbiriyle ortak ve farklı müfredat olmalıdır.
SORU:Hocam, çok boyutlu bir müfredat önerisi ortaya koydunuz. Bu nasıl hayata geçebilir?
GÖRMEZ:- Bu öncelikle bunu gündeme almakla başlanacak bir konudur. Bugün Türkiye’nin yaşadığı tarihsel tecrübe ve birikim göz önünde bulundurularak bu konuda derhal bir inisiyatif oluşturulmalı. Hem dini açıdan, hem İslam’ın gelecek tasavvuru açısından, hem de bugün İslam dünyasının yaşadığı sorunları göz önünde bulundurarak büyük bir şura toplamak gerekir. Bütün bu ihtiyaçlar göz önüne alınarak katılıma dayalı bir tartışma yapılmalıdır. Ulusal hatta uluslararası düzeyde böyle bir şuraya Diyanet İşleri Başkanlığı olarak ev sahipliği yapmaktan büyük bir mutluluk duyacağımızı ifade etmek isterim. Burada geçmişten günümüze sahip olduğumuz kadim tecrübe ve birikimimizi ele almalı ve güncellemeliyiz.
SORU:Kadim tecrübe ve birikim ile neyi kastediyorsunuz?
GÖRMEZ:- Hiç şüphesiz İslam inancının bir medeniyete dönüşmesi kadim dünyanın bilgi mirası ve medeniyet birikimi ile karşılaşması sonucunda gerçekleşmiştir. İlk Müslümanlar yüksek bir inanç ve özgüvenle Mısır, Roma, Fars, Hint ve Çin gibi medeniyet havzalarına yönelmişler ve kendi iradeleriyle bu dünyalarla karşılaşmayı tercih etmişlerdir. Bu ilk karşılaşma Müslümanları bilgi adalarını keşfetmeye, kadim hikmetin izini sürerek onları kendi sahip oldukları vahiy potasında eritmeye ve yeniden kalıba dökmeye sevk etmiştir.
Bilimler tarihinden biraz nasibi olan herkes bilir ki ilk yüz yıllardaki Müslümanların açtıkları bilim çığırı, tarihte eşi ender görülen bir tecrübedir. Eğer ilk yüzyılların Müslümanları Kadim dünyanın bilgi mirası ile hesaplaşamasalardı belki de bugün kendine özgü bir İslam medeniyetinden söz edemezdik.
Arap dili ve gramerini incelemeyi dini bir görev sayıp badiyeye gitmeseler ve Arap dilinin sözcük evrenini tanımlamasalar; bu alanda Bağdat ve Basra okulu gibi ekoller geliştirerek dilin fıkhını yapmasalar ve İslam’la birlikte yeniden vücut bulan Arap dilinde içkin olan düşünce ve felsefeyi muhafaza etmeselerdi herhalde bugün bir tefsir geleneğinden ve muazzam tefsir birikiminden söz edemezdik.
İskenderiye, Antakya ve Hire gibi kadim bilim merkezlerinin birikimleri ile yüzleşmek için geliştirdikleri dil ve kelam sistemleri olmasaydı bugün bir başka medeniyet havzasında benzeri olmayan usulü fıkıh geleneklerini ve binlerce fıkıh usulü müdevvenatını kıvançla dünyaya sunamazdık.
Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii ve İmam Ahmed b. Hanbel'de sembolleşen fıkıh birikiminin gerisinde kendi çağlarının meydan okumalarına cevap verme çabası vardır. Onların ürettikleri fıkıh birikimini hem anlamak, hem açıklamak ve hem de yeni yüzyılların yeni meydan okumaları karşısında yeniden üretmek için İslam hukuk felsefesi de denilen fıkıh usulü geliştirilmiştir. Fıkıh usulünün gerisinde mantık ve dilbilimin yattığı herhalde izahtan varestedir.
Müslümanların Allah, âlem ve insan tasavvurunu ortaya koyan, inanç değerlerini temellendiren ve yabancı düşünce ve inanç sistemlerine karşı onu savunan kelam ilmi durduk yerde ortaya çıkmadı. İlk yüzyılda dâhili olaylar sonucu başlayan soru ve sorunlar ile öteki inanç ve kültür havzalarından kaynaklanan sorunsallara cevap arayışı olarak ortaya çıkan kelam, insanlığın düşünce tarihinden ve felsefe geleneğinden bağımsız oluşturulamazdı ve yaşatılamazdı. Onun için başta Kindi, Muallimi Sani Farabi, İbni Sina, Gazzali, İbn Rüşd  vb. yüzlerce İslam filozofu yetişmiş ve insanlık tarihinde çığır açan eserler vermişlerdir.
İlimleri yeniden tasnif eden ve insanlığın bilgi mirasını yeniden yorumlayarak insanlığın geleceğini aydınlatan bu çalışmalar olmuştur. Bunlar olmadan batının reform ve rönesansını, bilim inkişafı ve teknolojik devrimini anlamaya ve açıklamaya çalışmak beyhude bir çaba olur. Maturidi kelamcı İsmendi'nin de belirttiği gibi Müslümanlar bilgiyi bizatihi muhterem kabul etmişler ve bilgi alanında da tevhid ilkesine sadık kalmışlardır. O nedenle alet ilimleri ile âlî ilimleri dinîlik bakımından birbirinden ayırmamışlardır. Mebde, Maaş ve Maada taalluk eden bilgiyi tasnif etmişler ve öğrenim kolaylığı için sınıflandırmışlardır.

SORU:Peki hocam, bu kadim tecrübe içerisinde kalarak Osmanlı ve Cumhuriyet tecrübeleri bize neler öğretmektedir?
GÖRMEZ:- Elbette ki bu kadim tecrübe içerisinde Osmanlı hatta Cumhuriyet birikiminin de özel bir yeri vardır. Nitekim İslam geleneğinin meşhur âlimlerine bakıldığı zaman bunu çok daha rahat görebiliriz. Bilhassa kendilerine muhakkik âlimler denilen ve Gazzali çağından sonra yetişen İslâm âlimlerini yakından incelemek bu konuda ufuk açıcı olacaktır.
Osmanlı ilim geleneği işte bu muhakkik âlimlerin ilim metodolojisine göre şekillenmiştir. Fahreddin Razi, Seyyid Şerif Cürcani,  Âllâme Taftazani üzerinden gelen dil, fıkıh, usul ve hikmet geleneği, Sahavi, Hakim-i Tirmizi, Kuşeyri, Gazzali, Necmeddin-i Kübrâ ve İbn Arabi üzerinden gelen irfan geleneği, Davud-i Kayseri ve Molla Fenari gibi insanlık dehalarında buluşmuş ve oradan Zahid Kevseri, Mustafa Sabri, Elmalılı Hamdi, Babanzade Ahmed Naim ve benzeri yirminci yüzyıl âlimlerine kadar gelmiştir.
Mustafa Sabri Efendi'nin muhalled eseri “Mevkıful’akl”a göz atarsanız bırakın kadim felsefi nazariyeleri modern felsefe sistemlerine dahi nasıl atıflarda bulunduğunu ve düşüncelerini yüksek bir diyalektikle nasıl kaleme aldığını görürsünüz.
Zahid Kevseri’nin kelam ve felsefe alanındaki derinliğini İbn Kemmune gibi filozofların görüşlerine vukufiyeti ile Yahudi filozof Musa b. Meymun'un “Delaletu’l-hairin” isimli önemli eserinin mukaddimesi olan “Mukaddimetu’l-hams ve’l-ışrun” adlı mukaddimeyi neşrinden anlarız. Sabri Efendi'nin, Zahid Efendi’yi Süleymaniye medreselerinin Ezher medreselerine üstünlüğünün somut bir nişanesi olarak sunmasının üzerinde özenle düşünmek gerekir.
Herkes bilmelidir ki, bu topraklarda ilahiyat tıkanan ve çağın meydan okumalarına karşılık vermekte yetersiz kalan mütevares eğitim sistemini aşmanın bir imkanı olarak gündeme gelmiştir. On dokuzuncu yüzyılın ortasında Osmanlı Darulfünun bünyesinde bir ilahiyat fakültesi açmak istemiştir. Açmıştır da. İlk teşebbüsler çeşitli nedenlerle akim kalmıştır. Bilhassa Cemaleddin Afgani’nin açılışına katıldığı ve peygamberleri 'yüksek akıllar' olarak nitelediği gerekçesiyle peygamberliği filozoflukla eş gördüğü suçlamasına maruz kalmış ve fakültenin açılışı ertelenmiştir. Fakat buna rağmen yanlış hatırlamıyorsam Osmanlı dönemi Darulfünun İlahiyat Fakültesinden çok sayıda âlim yetişmiş ve içlerinden şeyhülislamlık makamına gelenler dahi olmuştur. Cumhuriyetin kurulmasını müteakip hemen Darulfünun bünyesinde 1924'te bir ilahiyat fakültesi kurulduğu hepimizin malumudur. Çeyrek asırlık bir kopmanın ardından 1949’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin çok namüsait şartlarda ve çok dar çerçevede kurulmasının akabinde gelişen yarım asırlık tecrübeyi de göz ardı etmemek lazım. Bugün mevcut olan ilahiyat fakültelerinin temel kaynaklarını, bu fakültenin birikimine borçlu olduğunu da unutmamak lazım.
Osmanlı'nın ilahiyat tecrübesi, ıslah-ı medaris nizamnamesi olarak bilinen ve Daru’l-hilafeti’l-aliyye medreselerinin de programlarına akseden bir ilmi seviyeyi yakalamıştır. Keza Cumhuriyet döneminde kurulan Darulfünun İlahiyat Fakültesi mecmuası da bu birikimin bir diğer göstergesidir. Herhalde Cumhuriyet döneminin parmakla gösterilen iki eseri ki birisi Küçük Hamdi Efendi'nin yazdığı Hak Dini
Kur'an Dili adlı tefsir, diğeri de Babanzade Ahmed Naim Efendi'nin başlattığı Tecrid-i Sarih adlı eserdir.
Bu topraklarda İlahiyat gerçeğinin iki asra yaklaşan bir geçmişi vardır. Osmanlı moderniteyi ve modernitenin meydan okumalarını çok yakından kavradığı ve ona mukabelede bulunma kararlılığında olduğu için her alanda yeni çağın doğasına uygun iyileşmeler, yenilikler ve sentezler yapma yoluna gitmiştir. İşte ilahiyat bu idrakin bir ürünüdür.
Öyle anlaşılıyor ki bugün adı başta olmak üzere ilahiyat üzerinde kimi tasarruflarda bulunmak isteyenler, yaşadıkları çağın tabiatını ve meydan okumalarını dikkatten kaçırıyorlar. Aynı zamanda kendi geleneğini de göz önünde bulundurmuyorlar. Genel olarak İslâm dünyasındaki müfredatları dikkate aldığımızda çağına yabancı, kendi geleneğine bigane neo-selefi esintilerden etkilenmiş bir idrak tutulmasıyla karşı karşıya olunduğu fark edilmelidir.
SORU:Acaba bu tepkiselliğin ve felsefe derslerinin kaldırılışının nedeni kimi ilahiyatçıların birçok kesimi rahatsız eden fikirleri kamuoyunda tartışmaları olduğu söylenebilir mi?
GÖRMEZ:- Değerli bir YÖK üyesinin karşı oy yazısından anlaşıldığına göre yapılan düzenleme sadece felsefe dersleri alanında değil bütünüyle tarih, kültür, sanat, düşünce ve felsefe alanlarında genel bir daralma öngörmektedir. Kaldı ki temel İslâm bilimlerinin de ders sayısını artırmak onların çok iyi öğretileceği anlamına gelmez. Mühim olan tefsir, hadis, fıkıh gibi ilim dallarının hangi yöntemle, nasıl bir metodoloji ile öğretilmesi ve klasik dini metinlerin nasıl anlaşılması gerektiğidir. Önemli olan naklin akılla, vahyin hayatla ilişkisini doğru kurabilmeyi öğretmektir. Bunlar da temel İslam bilimlerinin diğer alanlarla birlikte verilmesini zorunlu kılmaktadır.
Sorunuza gelince eğer felsefe vb. dersler ilahiyatlarda okutulduğu için halkın inançlarını zedeleyecek fikirler bu fakültelerde verilmektedir gibi bir yaklaşım var ise bu tamamen yanlıştır. Çünkü bu tarz fikirler felsefeye nispetle değil maalesef Kur’an’a nispetle ortaya konulmaktadır. Bunun nedeni de yukarıda belirttiğim gibi Kur’an’ı zahiri ve literal okuma ve dini çok dar kalıplarla anlatmadır. Kaldı ki, İslam tarihinde birçok konu çok yönlü tartışılmıştır. Bu anlamıyla her türlü düşüncenin tartışılmasında bir sakınca yoktur. Klasik İslami bilimler içinde çok güçlü bir mantık dersinin yanında hilaf, cedel ve münazara dersleri de okutulmaktadır. Tabi ki eskiden kitle iletişim araçları yaygın olmadığı için bu daha çok ilmi çevreler içinde yapılmaktaydı. Bugün bu tartışmaların rahatsız edici yanı kitle iletişim araçlarıyla yapılıyor olmasıdır. Aslolan bunların akademik ortam içerisinde yapılmasıdır. Akademik anlamda ilmi konuların tartışılarak vuzuha kavuşması, İslam medeniyetinin inkişafında önemli etkenlerin başında gelmektedir.
Bugün İslâm dünyasında dini metinleri mana ve maksattan uzak bir şekilde lafızcı, şekilci ve hayatın gerçeklerinden kopararak anlayan, nassları kanun metni ve slogan gibi okuyan anlayış kendini hakikatin yegâne temsilcisi gibi görmektedir. Bilgi ve hikmetten yoksun dini anlamanın hangi sığlıkları doğuracağını iyi düşünmek gerekir.
SORU:Felsefeyle ilahiyatın irtibatı nedir, neden gerçekten ilahiyat fakültelerinde hem felsefe ve sosyal bilimler hem de pedagoji gibi dersler olmalıdır?
GÖRMEZ:- Yaratılışın bütünlüğünü göz önünde bulundurarak ilimde de tevhit ilkesini yeniden hatırlatmak isterim. Bizim ilim geleneğimizde hüküm ve hikmet daima birlikte tahsil edilmiştir. Hikmetsiz hüküm bilgisi zayidir. Hikmet, insanlığın düşünce birikimidir. Olaylara ve varlığa farklı cephelerden bakmak, görülmeyeni görebilme kabiliyetini kazanmak, birbirinden farklı düşünceler üzerinde düşünmek ancak hikmetle mümkün olabilmektedir. Din hakkında, varlık hakkında ve insan hakkında, derin ve anlamlı bir yapı ortaya koymak, tarihte hikmet yoluyla olmuştur.
Müslümanlar fetihler yoluyla başka milletler ve onların kültürleriyle karşılaştıklarında o kültürlerde gördükleri orijinal ve istifade edebilecekleri her türlü bilgiye ilgi göstermiş; eğitim-öğretim mecralarına bu bilgilerin/düşüncelerin girmesine, gelişmesine önayak olmuşlardır. Hatta savaş tazminatı olarak, başka milletlerden kendi kültürlerine ait felsefe kitaplarını istedikleri ve bunları aldıkları tarih kitaplarımızın kayıtlarında mevcuttur.
Bilinmelidir ki medeniyet havzamız, modernitenin meydan okumalarıyla hala karşı karşıyadır. Büyük dünya dinlerinin eğitim-öğretim ve araştırmacı yetiştirme süreçlerinde temel dini bilgiler yanında dil, tarih, felsefe, toplum bilim ve insan bilim gibi hatta siyaset bilimi gibi formasyonları da dikkate aldıklarını gözden kaçırmamak gerekir. Biz Müslümanlar olarak kendi âlimlerimizi bu ufuk ve perspektiften yoksun bırakamayız. Daha yenilerde yüksek öğretim kurumumuzun adına İzmir’de üniversite kurduğu Katip Çelebi, Mîzânu’l-Hakk fi İhtiyâri’l-Ehakk adlı eserinde Osmanlı Devleti’nin duraklama gerekçesini Osmanlı Medreselerinde hikmet ve felsefenin kaldırılmasına bağlamaktadır. Hatta bu hususla bağlantılı olarak matematik bilen müftü ile bilmeyen müftü arasındaki traji-komik fetva farkını zikreder.
İslam düşüncesinin, hikmet ve felsefesinin gelişmesi dün olduğu gibi bugün de geçmişle kurduğu ve kuracağı güçlü bağlarla mümkün olacaktır.
SORU:Geçmişle güçlü bağlar derken neyi kastediyorsunuz?
GÖRMEZ:- Bakınız, Müslümanlar Hicaz ve daha sonra Arabistan’dan Suriye, Irak, Mısır coğrafyasına geldiklerinde, varlığı farklı farklı ifade eden kültürlerle karşılaştılar. Hıristiyanlık ve Yahudilik üzerinden Eski Yunan’ın Eflatun’u, Aristo’su ile Zerdüştlük ile Hinduluk ile vb. karşılaştılar. Ve taşıdıkları yüce ve doğru bilginin bu kültürlerin anlatım biçimlerinde de ifade edilmesi gerektiğini hemen kavradılar ve bu dilleri de öğrenerek Resûl-i Ekrem’den sonra tasnif edilen kaynakları, Kur’an, Hadis, Ashabın icmaını ve bunlardaki içerikleri bu dillerde karşılaştıkları insanlar için tercüme ettiler. Farklı kültürlerin felsefeleri ile böylece tanıştılar ve onu istihdam ettiler. Bu gelişme sonucunda Kelam ilminin doğduğunu biliyoruz. Bu yapılmasaydı, yani İslâm’ın tek bir dilde anlatılmasında ısrar edilseydi İslâm’ın kaynaklarının taşıdığı yüce bilginin bu insanlara aktarılmasının ve hatta İslâm’ın hayatiyetini sürdürmesinin mümkün olmayacağı o günlerde bu inançlara karşı İslâm’ı savunan kelam ehli tarafından da ifade edilmiştir. Esasen İslâm vahyinin insanlığa öğrettiği bilgi ve hikmetin, yine Allah’ın ayetlerinden olan farklı insanlık kültürlerinin dil ve söylemlerinde yeniden söyleme yetenek ve cesaretini gösteremediğimiz takdirde onu başka kültür geleneğine sahip insanlara aktarma şansımız olmaz. Onu başka insanlara iletemezsiniz. İslâm’ın hemen zuhurundan sonra Hıristiyanlığın, Yahudiliğin, Yunan felsefesinin, Zerdüştlüğün, Maniheizm’in yaygın ve etkin olduğu Ortadoğu coğrafyasında yayılabilmesi, kendini kabul ettirebilmesi ve kendini savunabilmesi bununla yakından ilgilidir. Esasen bu bir varoluş meselesidir.
Bugün için de durum değişmemiştir. İslam medeniyetinin kendini savunabilmesi, başka kültürlerden ve medeniyetlerden insanlara anlatılabilmesi, onların dillerini kullanabilmesine bağlıdır. Bugün de Müslümanlar insanların kullandığı bütün kültür dillerinde kendisini ifade etmeli ve vahyin getirdiği ilahi bilgiyi bu dillere tercüme edebilmelidir. Bu da onları öğrenmekten geçmektedir. Bu, o kültürleri kabul etmek anlamına gelmez. Onların dillerini öğrenerek kendini, taşıdığı mesajı o dillerde anlatmak, başka insanlara ulaşmak anlamına gelir. Aksi hal, İslâm medeniyetinin kendi varlığını tehlikeye atar. Bugün üzerinde düşünülmeden ve tartışılmadan ortaya konulan bu program, sabık Papa’nın göreve başlar başlamaz “İnanç, Akıl ve Üniversite” başlığıyla yaptığı ve İslâm dünyasında büyük tepkilere neden olan konuşmasında İslâm’ı görmek istediği noktayla özdeşleştirmesinden endişe duyarım.
SORU: Diğer sosyal bilimler açısından kısaca bakacak olursak...
GÖRMEZ:- Diğer sosyal bilimler de, beşeri bilimler, sanat ve edebiyat da ilahiyatın doğal ve kaçınılmaz bilim dallarıdır. Çünkü siz ürettiğiniz tüm bilgiyi insan için ve insanlığın saadeti ve mutluluğu için üretmektesiniz. Bunu sosyoloji, psikoloji ve pedagojiden bağımsız yapamazsınız.
Siz din felsefesi, din sosyolojisi derslerini genel felsefe, felsefe tarihi okutmadan veremezsiniz. Aslında bugün tartışılması gereken konu bu derslerin kaldırılması değil, bu derslerin fakültelerde eğreti olarak durmasının önündeki engelleri ve anlayışları kaldırmak olmalıdır. Fakültelerde var olan disiplinler arasındaki çekişmeleri ve birbirine uzaklaştırılmasını değil, bunları iç içe getirerek yeniden büyük bir İslam tefekkürünü oluşmasının önünü açmak olmalıdır.
SORU:Hocam, son olarak ne söylemek istersiniz?
GÖRMEZ:- Bugün, geçmiş müktesebatımızı bugüne taşıyabilecek, meydan okumalara cevap verebilecek, bugünümüzü imar edebilecek, geleceğimizi inşa edebilecek nitelikli kalifiye insan kaynağına her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Dünyanın her yanına hizmet götüren bir kurum olarak ifade etmek isterim ki, temsil, yeterlilik ve nitelik açısından olmamız gereken yerde değiliz.
Bugün olması gereken akademik bir tartışma sonunda, sorumluluk bilinciyle, idealizm ve gelecek tasavvuruyla yeniden ilahiyatların kendi mecrasının önünü açmak olmalıdır. Tek tip değil farklı modellerle farklı üniversitelerde yeni yöntemler ortaya konabilir. Birçok ilahiyat milli eğitime yetkin kadro yetiştirirken, birçoğu da Diyanet’e kadro yetiştirmeyi esas alabilir. Ancak bütün bunlar yapılırken hiçbir zaman akademisyen, araştırmacı, âlim ve donanımlı ilahiyatçı yetiştirilmesi ihmal edilmemelidir.
Biz Diyanet İşleri Başkanlığı olarak sadece ülke içerisinde hizmet sunacak kadrolara değil, aynı zamanda gönül coğrafyamız başta olmak üzere kıta Avrupası ve hatta dünyanın büyük kesiminde hizmet verecek kadrolara ihtiyaç duyuyoruz. Aynı zamanda bu dünyaların din hizmetlerini üstlenecek insan kaynaklarının yetiştirilmesine de katkı sunuyoruz. Dolayısıyla ilahiyat meselesi bizim sadece bir iç meselemiz olmaktan çıkıyor ve bütün bu dünyaları ilgilendiren bir konu haline geliyor. Başkanlığımızın Türkiye Diyanet Vakfı ile birlikte dünyanın dört bir tarafında 5000’e yakın insana dini ilimler ve ilahiyat alanında din eğitimi götürmeye çalıştığı herkes tarafından biliniyor. Başkanlığımız Uluslararası İlahiyat projesi ile yurt dışındaki millet varlığımıza dini ilimler ve ilahiyat alanında açılmış bulunuyor. Avrasya coğrafyasında kurduğumuz ilahiyat fakülteleri ile gönül coğrafyamızdaki soydaş ve dindaşlarımıza hizmet götürüyoruz. Afrika coğrafyası ile din eğitimi alanında yürüttüğümüz çalışmalar var. Dolayısıyla bu konu Başkanlığımızı da yakinen ilgilendiren bir konudur.
Öncelikle tartışmaya yol açan ve tepkilere neden olan bu isim ve müfredat değişikliği kararı ivedilikle yeniden gözden geçirilmelidir.
İkinci olarak bu konuda başta Başkanlığımız olmak üzere bütün paydaşlarla karma bir komisyon teşkil edilebilir. Genişletilmiş şura toplantısına hazırlık sadedinde çalışmalarını tamamladıktan sonra konu şura düzeyinde tartışılır. Şurada çıkan tavsiye kararları doğrultusunda kalıcı, mevcut programların eksikliklerini telafi eden, yeni ihtiyaçları dikkate alan kapsamlı bir müfredat çalışması gerçekleştirilebilir.
Benim önerim tarihi tecrübelerimizi, doğuda, batıda ortaya çıkan modelleri, gönül coğrafyamızı, İslâm dünyasını dikkate alarak yeni bir müfredat için büyük bir şura toplamak. Şuranın sonunda komisyonlar marifetiyle bu konuları derinlemesine ele alarak olgunlaştırmak.
Umarım bu vesileyle ortaya çıkan bu tartışmalardan hayırlı neticeler elde edilir ve daha iyiyi, daha doğruyu, daha güzeli arama konusunda çabalarımızın yoğunlaşmasına vesile olur…

 

 
Oltu Taşı Sektörü Değer Zinciri
 
A2 Ligi başlıyor
YORUMLAR
 Onay bekleyen yorum yok.

Küfür, hakaret içeren; dil, din, ırk ayrımı yapan; yasalara aykırı ifade ve beyanda bulunan ve tamamı büyük harflerle yazılan yorumlar yayınlanmayacaktır.
Neleri kabul ediyorum: IP adresimin kaydedileceğini, adli makamlarca istenmesi durumunda ip adresimin yetkililerle paylaşılacağını, yazılan yorumların sorumluluğunun tarafıma ait olduğunu, yazımın, yetkililerce, fikrim sorulmaksızın yayından kaldırılabileceğini bu siteye girdiğim andan itibaren kabul etmiş sayılırım.
 

Bu haber henüz yorumlanmamış...

FACEBOOK YORUM
Yorumlarınızı Facebook hesabınız üzerinden yapın hemen onaylansın...
KATEGORİDEKİ DİĞER HABERLER
Erzurum'dan sürpriz suç duyurusu
Davada müşteki olan Prof. Dr. Avni Öztürk'ün avukatı Mustafa Polat, Erzurum ...
Gülbey ASİMDER’i anlattı
Uluslararası Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Derneği (ASİMDER) Genel ...
Limitsiz Yaşam
OĞUZHAN SAYGILI-Ülkemizde kişisel gelişim uzmanlarına/kitaplarına karşı ...
 
Köprübaşı kavşağına sinyalizasyon
Yılda 1,5 milyondan fazla aracın geçtiği Erzurum-Trabzon karayolunun Köprübaşı ...
Cumhuriyet Tarihi’nin ilk ziyareti…
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, resmi temaslar kapsamında ...
Türk Coğrafyasında 'UFRS' Sempozyumu
Muhasebe-finans Mesleki Yönetim Eğitim ve Kültür (MUMEYEK) Vakfı'nın düzenlediği ...
 
TÜBİTAK’tan yeni fikir ve ürünlere 200 bin TL destek
TÜBİTAK Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Necati Demir, dışa bağımlılığı azaltacak ...
İlahiyatçılardan Anadolu Buluşması
Türkiye'deki Üniversitelerde bulunan İlahiyat Fakültelerinin dekanları, ...
Halkın kazancı kiraya gidiyor
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2012 Hanehalkı Tüketim Harcaması verilerini ...
 
KANAL ERZURUM
ÇOK OKUNANLAR
ÇOK YORUMLANANLAR
ARŞİV
ANKET
Erzurumspor’un Yeni Sezon Önceliği:

a. Ligde kalmak
b. Playoffa kalmak
c. İlk iki için mücadele


Sonuçları göster Anket arşivi
Ana Sayfa Guncel Asayiş Siyaset Ekonomi Eğitim Kültür-Sanat Sağlık-Yaşam Spor Araştırma İnceleme Bölgeden
KünyeKünye FacebookFacebook TwitterTwitter Günün HaberleriGünün Haberleri